.

.
özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin
özlem, gidip görememendir;
ama gidip görmek istemen
özlediğin, gidip görmek istediğin
ama gidip göremediğin
özlem, gidip görmek istemen
ama, gidememen, görememen; gene de, istemen

Oruç Aruoba

BİR KAMP HİKAYESİ


Temmuz ayından itibaren yaklaşık beş hafta süre ile Londra'ya trenle, yarım saat mesafede olan Guildford adlı küçük bir yerleşim yerinde kaldım. VMCA adlı bir organizasyonun düzenlemiş olduğu bir yaz kampında lider olarak çalıştım.
Öncelikle Guildford'tan söz etmek isterim. Bu küçük yerleşim yeri, bir ortaçağ kasabası, çok yeşil, şehirleşmenin mükemmel olduğu bir yer. Ve çok ingiliz.. Ne demekse bu! Londra'ya gittiğim zaman oranın bir ingiliz şehri olmasından öte bir dünya şehri olduğunu düşünmüşümdür. Elbette ki bu bu gözlem bana ait değil.. Bu genel bir söylem.. Beyazı, siyahı, çekik gözlüsü bir arada huzur içinde yaşarmış gibi gelir bana!!! Ama bu sadece bir gözlem sanırım. Bir yabancı ülkede yaşamanın zorluğundan pek çok insan sözeder. Ya yaşadığın topluma uyum sağlayacaksın. Ya da senin durumunda olan insanlarla birarada yaşayacak gereksinimlerini karşılayarak aidiyet duygusuna ihtiyaç duymadan yaşamını sürdüreceksin. Alışkanlıklarını, yaşam biçimini değiştirmeden.. Belki bir yabancı ülkede bu yaşam biçimini tercih etmek ya da tercih etme durumunda bırakılmak en kötüsü..



Bütün bunları bana yazdıran yazımın başında söylediğim "çok ingiliz" tanımı oldu sanırım. Yabancı bir ülkede yaşamak zor belki İngiltere'de yaşamak biraz daha zor...Avrupa kültüründen söz ederken ingiliz kültürünü bu kültürün içine dahil etmek sanırım çok doğru olmaz.. Gerçekten Avrupa kültüründen çok farklı olduğunu düşündüğüm bir ingilz kültürü var.. Ciddi bir kural tanırlık, başkalarının haklarına saygı ...! Belki sözcükleri çok iyi seçmek gerekiyor. Bugünkü refahını tamamen sömürgelerinden sağlamış olan bir ülke için bunu yazmak çok kolay değil.. Belki bir pubda, otobüs durağında, markette ve buna benzer yerlerdeki gözlemlerimden yola çıkarak söyledim bunları...
Bunun yanısıra yardımsever, gerçekten hoş insanlar olduğunu söylemek de mümkün ingilizlerin.. Hintli bir arkadaşım ingilizler ile ilgili şunu söylemişti. "They are nice but they are not friendly" Buna benzer bir çok gözlemi çok değişik milletlerden gelen insanlardan da işittim. Ayrıca "bir insan nasıl bu kadar güleç yüzlü olur da bu kadar soğuk bakabilir?" diye düşündüğüm de çok olmuştur ingilizler için.. Uzun zaman bu adada yaşamış olan kişilerin ise"ingilizlerle arkadaş olması zordur" demesi işin başka bir yanı...

Acaba bu farklılığın nedeni biraz ada, biraz da aristokrat bulaşığı olmaları mı? Aslında nedeni her neyse farklı olduklarını söylemek mümkün. Ama bu farklılığı olumsuzlayarak söylemediğimi de altını çizerek belirtmek isterim.
Kısacık da olsa İngiltere'de yaşayan kalifiye olmayan azınlıklardan söz etmek isterim. Çünkü bunlara ilişkin çok iç burkucu hikaye dinledim.
Dünyanın en uzak köşelerinden gelen insanların burayı kendilerine vatan belleyerek yaşamayı tercih etmelerini anlamak çok güç.. Hayatın çok pahalı, kalifiye olmayan işlerde çalışma izni olmaksızın çalışmanın çok zor olduğu, dışarıdan geleni pek de kolay kucaklamayan bir ülkede yaşamak konusunda ısrar etmek neden? Yıllaraca orada yaşayarak dil öğrenmediklerine tanık oldum. Orada yaşamanın getirdiği olanaklardan yararlanmadıklarını gördüm. O zaman neden İngiltere! Değer mi bu dışlanmışlığa ve yalnızlığa demek geliyor insanın içinden..
Aslında oradaki azınlıklar kendi alışkanlıklarını sürdürerek hiç değişmeden kendi gibi insanlarla daha çok da kendi milletinden insanlarla ortaklık kurarak yaşamını sürdürüyor. Aynı köyündeki gibi.. Elbette ikinci ve üçüncü kuşaklarla birinci kuşak arasındaki fark artarak.. Bu da başka bir sorun.. Ve de çok derin..
Azınlıkların ingilizlerle arasındaki etkileşimin çok az olduğunu düşünüyorum. Bu etkileşimin en fazla olduğu yerler tat duygusunun insanları birleştirdiği farklı mutfaklar.. Çünkü nereden olursanız olun diğerinin en çok merak edilen yanı mutfağı oluyor.. Ancak bunu insani düzlemde yakalamak çok mümkün değil..
İşte belki bu yazdıklarım "çok ingiliz" tanımının içini doldurur. Aslında İngiliz Hükümeti ve sivil toplum örgütlerinin ingiltereyi yaşama yeri olarak seçmiş grupları topluma entegre edebilmek için övgüye değer projeleri var. Böylesi projeler hangi milletten geldiğine bakılmaksızın çocuklar, sakatlar ve yaşlılar için de geçerli.. Bu anlamda kurdukları sisteme hayranlılık duymamak mümkün değil. Gönüllü çalışmayı her yaş grubu için bu denli yaygınlaştırmayı bu kadar iyi basarmış başka bir ülke daha var mıdır? En azından ben bilimiyorum..
Tüm bunlardan sonra Londra'da yaşadığım sürece hissettiğim medeni bir ülkede yaşadığım duygusuydu..Taşrası belki kentlerinden bile güzel olan İngiltere... Ortak mimarisi, büyük yeşil alanları ve rengarenk çiçekli bahçeleri ve çiçekli yolları ile bir masal kitabındaki resimleri anımsatan görünümü ile oldukça etkileyici bir şehir Londra ve gördüğüm pek çok banliyösü. Bunun 200 -300 yıllık geçmişden geldiğini düşünürsek bu başarılanın hiç de az bişey olmadığını kabul etmek gerekir. Aslında amacım yaz kampını anlatmaktı. Bu arada galiba aklıma gelen herseyi paylaştım. Şimdi sadede gelerek yazıma devam ediyorum.
Waverly Wood Yaz kampı..Guildford'ta yarım saat mesafede bir çam ormanında, haftanın beşgünü sekiz saate yakın zaman geçiriyorduk. Değişik yaş gruplarından çocuklarla..Biz dokuz uluslararası liderdik. Sayıları sekiz ile on arasında değişen çocuk gruplarının başında iki lider vardı. Bunlaradan biri ingiliz diğeri bizlerden biriydi
Çocuklarla saat dokuzda buluşuyor ve hemen sabah oyunları ile güne başlıyorduk. Başlama ve bitiş saati çok net olan çeşitli aktivitelerle güne devam ediyorduk. Kamp koordinatorü ve lider olan genç insanların oyun sırasında çocuklardan daha çocuk fakat işlerinin başında inanılmaz ciddi olmaları lider konumunda çalışan insanlara ilişkin başka bir gözlemdi. Bizim bildiğimiz bir çok oyunu onlarda oynuyordu. Yağ satarım bal satarım, mendil kapmaca, istop, sessiz film, körebe, saklambaç, kulaktan kulağa ve daha bir çok oyun.. Bu oyunların çıkış yeri var mıydı diye düşündüm. Bu bana oldukça ilginç geldi. Bu oyunların vatanı neresiydi? Yoksa oyun vatansız bir aktivite miydi? "Aklın yolu birdir" ihtiyaçlar, duygular ortaktır. Bu ortaklıktan yola çıkarak her oyun ekndi vatanında ortaya çıkmıştır. Bu nedenle biribirine benzerdir şeklinde mi düşünmek gerekir. Bunun da cevabını bilmiyorum.
Çocuklara gelince onlar için ilk aklıma gelen çoğunun medeni cesaretlerinin oldukça yüksek olduğuydu. Bunun yanısıra;
her türlü aktivite için çok istekli olmaları
kalabalık grupların önünde kendilerini kolayca ifade etmeleri
istemedikleri şeyler için "hayır teşekkür ederim" diyerek isteklerini çok net söylemeleri çocuklara ilişkin birkaç temel gözlemim.

Bana çocuklar kolaylıkla "hayır teşekkür ederim" dediklerinde kısa süre şaşırıp aslında hepsinin benzer davranışları olduğunu gördükten sonra bunun ingiliz eğitim sisteminin ailede ve okulda kazandırdığı bir davranış biçimi olduğunu anladım.

Ne zordur bizim için hayır demek hatta beğenmediğimizi söylemek! Çünkü bize çocukken öğretilmiştir beğenmediğini belli etmemenin bir fazilet olduğu.. Kabullen sırtındaki küfeyi büyüt ve bir gün o küfenin altında ezileceğini bilerek buna devam et. Sonradan değiştirmek için çaba sarfetsen bile çoktan kötü bir alışkanlık olarak bünyene yerleşmiştir Ve çıkarıp atması çok zordur.
.

Evet çocuklara ait başka bir gözlemim ise zor paylaştıklarına ilişkindi. Haksızlık da etmek istemiyorum ama bir veriyorsan o da sana bir veriyor. asla iki değil ! Kendi yemek kumanyalarında hoşlarına gidebilecek herşey olmasına rağmen senin karşılıksız olarak vereceğin sıradan bişey için ne kadar istekli olduklarını gördüm. Ve ne kadar kolay istediklerini. Hayır dendiğinde bunun çok doğal karşılandığını da.

Ben onları " Hep tok evin aç kedileri" olarak tanımladım. Kendi ölçülerimde baktığım zaman rahatsız edici bişeyler vardı benim için çünkü. İşte bunun adı kültür farkı.. (Söylemeseydim bilemeyecektiniz dimi!)

Yazı biraz daha uzarsa korkarım okumayacaksınız. Artık bitirmek durumundayım. Ve dünyanın her tarafında aynı olan popüler kültürün uzantısı olan reality shovların bir sonucu olarak hoş olmayan bir gözlemle yazımı sonlandıracağım .. Çocuklarla bir gösteri, ufak bir sahne oyunu düzenlediğimizde çoğu televizyondaki reality shovlara benzer şeyler yapmak istiyordu. Ve orada jüri olarak tanımlanan tuhaf özellikleri ile öne çıkan kişileri taklit etmek istiyorlardı. Bu konuda o kadar ısrarcı idiler ki bizim lider olarak yapacak bişeyimiz yoktu kabullenmekten başka. Bu durum onların yaratıcılılıklarının üzerine karabasan gibi çöküyordu. Ama onlar bunun farkında değildi. Bu belki tüm dünyanın gerçeğiydi.

Aslında çocuklarla geçirdiğim beş hafta benim için keyifli ve farklı bir deneyimdi. " Çocuk her yerde çocuktur" ifadesini de doğruluyordu. Birbirlerini hiç tanımadan dakikalar içinde oyun aracılığı ile ortaklık kuruyorlardı birbirleri ile. Oyunun çocuklar için ne kadar güçlü bir iletişim aracı olduğunu gördüm. Zaten bildiğim bişey orada iyice pekişti. Hatta biz liderlerle de oyun üzerinden iletişim kuruyorlardı. Yetişkinleri kendilerinden biri gibi hissettikleri tek alan oyun alanıydı. Çocuklarla iletişim kurmanın tek yolu belki de oyun..Waverly Wood Kamp çalışanları bu konuda çok başarılıydılar.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

İngiltere ve İngilizlerle ilgili gözlem ve düşüncelerini ilgiyle okudum...Eline sağlık...
Yeni yolculuklar ne zaman?